Hindistan Kültür Turu

Uzun ve yorucu bir uçuş sonrası nihayet Hindistan’dayız. Yeni Delhi havaalanına iniyoruz ve bizi bekleyen tur rehberimiz ile karşılaşıyoruz.

Benan Gülağız 5 Eylül 2022

JAİPUR ŞEHİR SARAYI             

Uzun ve yorucu bir uçuş sonrası nihayet Hindistan’dayız. Yeni Delhi havaalanına iniyoruz ve bizi bekleyen tur rehberimiz ile karşılaşıyoruz.Hani hep derler ya, her şeyin bir zamanı vardır diye! Hindistan, o büyülü mistik ülke, hep beni çağırıyordu ve gitmek için her defasında niyetlensem de gidemiyordum. Ta ki bu sene hayatımdaki bir değişiklik buna vesile olana kadar. Birbirini tanımayan insanlar olarak şaşkın gözlerle birbirimizi süzüyoruz. Ama rehberimizin de dediği gibi, bu mevsimde buraya gelmemizin ve bu insanlarla tanışmamızın muhakkak ki bir sebebi var. Ben o sebeplerden en önemlisini, Berrin ablayı, uçakta yanımda otururken fark kettim. Sanki özellikle yanına oturmuştum. “Işığını/enerjisini” yanımda ilk oturduğunda  fark kettim. Tanıdığım ve tanıyacağım en mükemmel insanlardan biridir  kendisi. Kendisinin de dediği gibi, tam bir “Amazon kadını”.🙈Paylaşımların arasında zaten kendisini fark edeceksiniz. Evet, otobüslere bindik ve rehberimizin asistanı Mani tarafından çiçeklerle karşılandık.Rehberimizin ön bilgilendirmeleriyle “çıktık bir alamete”!

Manzaralar ve kokular korkunç! Topluca, şaşkın şaşkın biz nereye gelmişiz böyle hâli içindeyiz. (Öyle yazdığıma bakmayın, sonrası çok farklı.) Adana'dan misafirlerim olan Küçükgöde ailesi de var. Adana’dan olan yolculuğumuz bir gün öncesinden başladığı için yorgunluk ve uykusuzluk diz boyu. Üstüne Yeni Delhi’den Jaipur'a beş saatlik yolculuk eklenince, hâlimizi varın düşünün artık! Seda Hanım’ın bizi Hindistan'a hazırlamasıyla geçen beş saatte, neler neler anlattı bizi hazırlamak için. Zaman zaman sizlere de bilgi vereceğim. Yolda tuvalet ve ihtiyaç molası verdik de, Hindistan’da tuvalet olayı yok. Olsa da çok pis! Pis olmasıyla beraber sabun da yok. Seda Hanım’ın tur öncesi Whatsapp üzerinden yaptığı bilgilendirme nedeniyle, hepimiz hijyen malzemelerimizi topluca Hindistan’a taşıdık. İlk verdiğimiz molada Hindistan’a ait ilk yöresel “Masala çayını” tadıyoruz. Bildiğimiz “nogay çayı”. Süt ve kırk baharatla yapılan bir çay. Türkiye’de karabiberle yapılır. Beğenenler de beğenmeyenler de oldu, ama ben çok beğendim. Beş saatlik “korna sesleri ve ani frenlerle” dolu yolculuk sonrasında Jaipur (Caypur) şehrine geliyoruz.  Jaipur veya Caypur,  popüler adıyla Pembe Şehir, Hindistan’ın Racasthan eyaletinin başkentidir. Şehir 1728 yılında Mihrace Sawai II. Jai Singh tarafından kurulmuştur. Hindistan’ın Racasthan bölgesinde kalan Jaipur’un eski şehir bölümü oldukça etkileyicidir ve gözünüzün gördüğü her şey tamamen pembedir.  Sen kalk, İngiltere Kral ve Kraliçesi ziyarete geliyor diye bütün şehri baştan aşağı Hindistan’da misafirperverliğin rengi olarak bilinen pembeye boyat. (1853) Sonra da, karım pembeyi çok sevdi/seviyor diyerek, “bundan sonra yapılacak tüm binalar pembe olacak” diye yasa çıkar! 😊Bu pembe saray, Rajhastan ve Babür mimarisi karışımı; avlulu ve bahçeli bir kompleks yapı.

Sarayın 2 girişi var. Virendra Pol ana giriş. Diğeri Udai Pol. Eğer ana girişten girerseniz, sizi İslam, Rajhastan ve Avrupa mimarisi karışımı Mubarak Mahal karşılıyor. Buranın girişindeki konuk evi, “Tekstil ve Giysiler Müzesi”. Sarayın bir bölümü de Silah Müzesi.

Ana avludan sonra, Maharacaların evi olan 7 katlı Chandra Mahal geliyor. Divan-ı Am’ın özelliği el yazmaları, mermer döşeli Divan-ı Has’ın özelliği de, dünyanın en büyük gümüş objeleri olan, 1.6 metre büyüklüğündeki 2 devasa kap. Çok sıkı bir Hindu olan Maharaca Madho Sing, bu dev kaplar içinde Ganj Nehri’nin suyunu, İngiltere ziyaretinde yanında götürmüş.

Pitam Niwas Chowk Avlusu’nun kapıları ilkbahar, yaz, sonbahar, kış temalarıyla 4 mevsimi temsil ediyor. Özellikle sonbahar kapısındaki tavus kuşu motifi çok meşhur. Sonrasında otele dönüş ve dinlenme. Otelimiz, Hindistan şartlarına göre iyi bir otel.😊

 

İlk günün yorgunluğundan sonra nasıl uyuduğumuzun farkında olmadan uyanılan ikinci gündeyiz. Hindistan’da saatler, iki buçuk saat ilerde. Uykuyu unutan bedenlerimiz otel görevlilerinin uyandırmasıyla sabah saat yedide yeniden ayakta. Kahvaltı vakti... Adını hiç bilmediğimiz değişik tatlar ve baharatlarla dolu bir kahvaltı bizi bekliyordu. İşin ilginç yanı kahvaltıda yemeye alışkın olduğumuz peynir, zeytin vb. şeyler yoktu.😳Şaşkın şaşkın onca kahvaltılık arasından yiyecek bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. Patates yemekleri, fasulye çeşitleri daha bilmediğimiz bir sürü “yemek tarzında hazırlanmış” soslu ürünler içinden. Tanıdık gelen ne varsa mecburen yedik. (Tereyağı, ekmek ve soyulmuş meyve gibi.) Rehberimizin bilgilendirmelerinden öğrendiğimiz kurallar vardı. Açık su asla içilmeyecek; hatta dişlerimizi bile kapalı suyla fırçalayacaktık! Soyulmamış meyveler asla yenmeyecek.

Hakeza salatalar da yenmeyecek. 12 gün boyunca salata yemeden geçen günler... Kahvaltı sonrası bize tahsis edilen otobüslerle yola çıkıyoruz. Otelde her karşılaştığımız kişiyle “NAMASTE”leşiyoruz. NAMESTE, Hindistan ve yöresinde yapılan bir iyi dilek (selamlaşma) hareketi. İki elimizi çenemizin altına getirip hafifçe eğiliyoruz. Anlamı, sana ve senin tanrına saygı duyuyor, saygıyla eğiliyorum demektir. Seda Hanım, havaalanına ilk indiğimizde bunu bize  öğretmişti ve muhatap olduğunuz her kişiyle  Nameste’leşin, demişti. Seda Hanım ile de her yüz yüze geldiğimizde  NAMESTE’leşiyorduk.🙏Burada insanlar son derece fakirler, açlar ve çok zor koşullar altında yaşıyorlar, ama inançları gereği hiçbir şeyden şikayetçi olmuyorlar ve mutlular. Amaçları o günlük karınlarını doyurmak (bir avuç pirinçle dahi yetinebiliyorlar) ve ibadet etmek. Yol boyu sokak manzaraları, alışık olmadığımız tarzdan. Burada “inekler kutsal” ve haliyle en rahat yaşayanlar onlar. Aslında ineğe tapınma durumu filan yok. İlerde bu konuya değineceğim. İstedikleri gibi hareket eden inekleri korumak için çıkarılmış yasalar var. Uymayanlara da büyük cezalar! Kısaca bu ülkede inekler dokunulmazlar. Ana cadde üzerinde sere serpe yatıp trafiği felç eden inekler var (ineğin canı ne zaman isterse caddeden o zaman kalkıyor ve trafik o zaman açılıyor). Kimse müdahale edemiyor, cezalar çok  büyük. Üç tekerlekli bisikletler (rikşa) alabildiğince, motosikletler ise az denecek kadar var. Eski tip arabalarla dolu trafikle karşılaşıyoruz. Ama ne trafik; hiç susmayan korna sesleri ve her dakika duyulan ani frenler. Allah muhafaza! Ha, bir de unutmadan, araçlarda dikiz aynası yok. Ayna yerine muavin kullanıyorlar. Bu hengame içerisinde ünlü AMBER KALESİ’ne doğru yol alıyoruz. Kaleye fillerle çıkacağımız için heyecanlıyız. Seda Hanım günlük programı ve nasıl hareket etmemiz gerektiğini anlatıyor. Az bir zaman sonra yolda “HAWA MAHAL” için fotoğraf molası veriyoruz, ama içini gez(e)miyoruz.

Hawa Mahal, Rüzgarların Sarayı demektir. 1799 yılında Kral Sawai Pratap Singh için inşa edilmiş; 953 kemerli penceresi, Rajput Hanedanı’na özgü mimari sitili ile göz kamaştırıcıdır. Rengarenk pencereler, harem kadınlarının sokağı izlemeleri için özel olarak tasarlanmış. Ön cephesi Vishnu Tanrısı’nın tacı formundadır. Ayrıca, ön cepheden giren rüzgarın iç mekânı serinletmesi düşünülerek inşa edilmiş. Bütün bina pembe ve kırmızı kiremitten yapılmıştır. Dışarıdan 5 katlı gibi görünen bina içeriden 2 katlı olarak görünüyor. Mola sonrası Amber Kalesine ulaştığımızda bizi bekleyen uzunca bir sıra ile karşılaşıyoruz. Aniden basan muson yağmuru da  cabası. Sıcak yağan yağmurlarda ıslanmakta ayrı bir olay. Nem oranı çok fazla ve bunaltıcı. Bizi bekleyen filleri görüyoruz ve sonrasında azıcık korkarak ve heyecanla kaleye çıkmayı bekliyoruz. Maota Gölü’nün üstünde tepelere doğru yükselen Amber Kalesi'ne fil üstünde bir yolculuktan sonra varıyorsunuz. 1639'dan beri hiç restorasyon görmemiş sarayı bir dönem 2 bin asker koruyormuş. Aşağıdan fillere binerek yukarı çıkılıyor. Fillere binmek için sıra beklerken seyyar satıcıların bol bol tacizine maruz kalıyoruz. Birinden şapka alırsanız, hemen yanınızda heykel satan bir adam bitiveriyor. Bu durum bazen oldukça rahatsız edici olabiliyor gerçekten. Satmaya çalıştığı şapkayı kafanıza geçirip, hemen ardından para talep ediyorlar. Yani “ister misin?” diye soran yok… Amber Sarayı (Amer Fort), ilk olarak adı ile kendini çekiyor. “Ama adı neden Amber?”.“Acaba bu bölgede çok miktarda amber olduğu için mi bu ismi almış?” diye düşünürken, Jaipur'daki rehberimiz hemen açıklamayı yapıyor: Adının Amber Sarayı olmasının nedeni; içindeki büyük Shiva heykelinin amberden yapılmış olması.

Günümüzde sarayın içinde sergilenen pek bir eşya yok. Kraliçenin mücevher sandığı, yemek yapılan devasa kazanlardan başka bir şey yok eşya olarak. Taştan sehpa tarzı bir şey görüyoruz. Burada savaş tanrısını memnun etmek için ona Hindistan cevizi sunuyorlarmış. Hindistan cevizi “kafa” anlamına geliyor. Yani “senin için başımı kestim, onu sana sunuyorum” anlamında. Padişahın halkla buluştuğu alan, ayrı bir bina. Haftanın bazı günlerinde halkın sıkıntılarını dinlediği yermiş burası. Mimariye dikkatimizi çekiyor rehberimiz. Mesela sütunların tavana bağlandığı bölgede hortumunda lotus çiçeği tutan fil motifleri mevcut. Fil iyi şansı, lotus da bereketi simgeliyor. Asıl sarayın girişi, Ganesh kapısı denilen bir kapıdan yapılıyor. Kapının hemen üstünde de Ganesh’in bir resmi mevcut. Ganesh, Tanrı Shiva’nın oğlu… İyi şans ve mutluluk tanrısı. Ganesh’in hayata gelmesinin hikayesi ise şöyle; yıllar sonra Shiva savaştan döner, döndüğü anda ise eşi Parvati’yi yatakta genç bir adamla görür. Hemen adamın başını keser. Parvati itiraz eder, “o bizim oğlumuz” der. Bunun üzerine Shiva kestiği başı bedenin üzerine tekrar eklemeye çalışır. Olmayınca dışarı fırlar ve ilk gördüğü canlı olan filin kafasını keser ve vücuda ekler. Böylelikle Ganesh hayat bulur. Sarayın ön cephesi oldukça renkli, tamamen doğal kök boyalarla boyanmış, orijinal resimler hala olduğu gibi duruyor. Sıva yapmak için kullandıkları malzeme de hayli ilginç. Yöreye özgü bir taş, yumurta kabuğu, deniz kabukları ve mermer tozundan oluşan bir karışım kullanıyorlar. Bunları ezip karıştırıp toz haline getirerek duvarlara sıva yapıyorlar, üstüne de Hindistan cevizi suyu sürüyorlar. Bu da parlaklığı sağlıyormuş. Gerçekten duvarlar yıllar sonra bile hala parıl parıl. Sarayın içinde “aynalı salon” diye adlandırılan bir bölüm var. Oldukça büyük olan salon, tüm sütunlar ve duvarlar, küçük motifler şeklindeki aynalardan oluşuyor. Işığı daha iyi yansıtması için tüm o minik ayna parçaları konveks şekilde yerleştirilmiş. Bu salonu kış aylarında ve özel toplantılar için kullanıyorlarmış. Çoğu Moğol yapısında olduğu gibi, tavandaki ayna motifi ile, zamanında yerde duran halının motifi aynıymış. Sütunların alt bölümü ise yaklaşık göğüs hizasına kadar mermer, tam burada rehberimiz mermer üzerine oyulmuş motife dikkatimizi çekiyor. Resmin özelliği aslında 1 lotus çiçeğinin, 8 farklı sembolü göstermesi. Çiçeğin 5 yaprağı ve bir gövdesi var. Yaprakları kapatınca balık figürü, gövdenin yarısını kapatınca yengeç, 4 yaprağı kapatınca fil hortumu, 1 yaprağın kenarını kapatınca akrep figürü, sadece 1 yaprağı kobra yılanını, gövdenin uç kısmı aslan kuyruğunu ve tamamı lotus çiçeğini oluşturuyor. Rehberimizin, çiçeğin bir kısım yerlerini kapatarak, yeni figürleri gösterişini hayretle izliyoruz. Muhteşem bir eser…

Amber Sarayı’nın bir çok yerinde merdiven yok. Bina içlerinde de olsa merdiven yerine hafif meyilli yollar yapmayı tercih etmişler. Sarayın üst katına çıkınca, kadınlar için yapılmış avluya bakan bir bölmeye geliyoruz. Burada cam ya da pencere yok. Onun yerine tamamen tek parça mermerden yapılmış bir duvar görülüyor. Üzerine işlenen incecik motifler sayesinde burada duran kadınlar dışarıyı görebiliyor, fakat dışarıdan bakanlar içeriyi göremiyor. Tam ortasında ufak bir pencere var. Bu da seferden gelen padişaha ve askerlere döndüklerinde çiçekler atabilsinler diye bırakılmış. Bu nedenle buraya “Hoş Geldin Terası” deniliyor. Amber Sarayının iç avlusunun zemin deseni de, İran halısı motiflerinin küçük havuzlar ile oluşturulmasıyla yapılmış. Tüm sarayın içi eskiden kök boyalar ile boyalıymış. Fakat bundan 200 yıl önce “Oranj” isimli kral başa gelince Hindu mimarisini sevmediğinden, daha önce boyanmış bu motiflerin üstünün sıva ile kapatılması emrini vermiş. Ancak 200 yıl sonra günümüzde Oranj’ın yaptırdığı sıvalar yavaş yavaş dökülüyor da, alttaki motifler ortaya çıkıyor. Amber Sarayı oldukça büyük bir saray, zamanında çatısı altında 6.000 kişi yaşıyormuş.    Fakat şu an muson yağmurları nedeniyle, suların altında kalmış. Şu anda dışarıdan bakılınca 1 katı suyun altında olarak görünüyor. Rehberimizin  kaleyi anlatımı fotoğraf ve en önemlisi tuvalet molasından sonra jiplerle aşağıya iniyoruz.  Bu arada fillerle kaleye çıkarken yüzlerce fotografımızı çekip, tab ettiren Hintlilerle karşılaşıyoruz. Rehberimizin tembihlemesi üzerine otobüse gelinceye kadar “hiç oralı olmuyoruz”. “100 rupi 500 rupi” diyenin haddi hesabı yok. Benim en az 40 fotomu çekip satmak için yapışan bir sürü fotoğrafçı ile karşılaşıyorum. 1000 rupiden 40 tanesini 300 rupiye kadar bırakacağını söylüyor bir tanesi, ama önceki satıcıdan aldığım için bundan almadım. Almadım diye jipe yapışıp almam için otobüse asılarak gelen ve fotoğrafları almadığım için bağırıp çağırdığı o anı hiç unutamam! Tezatlıklarla dolu bir ülke burası! Aslında yadırgamamak lazım; herkes ekmeğinin peşinde. Belki de o fotoğrafları da almalıydım, ama ne yazık ki son pişmanlık fayda etmiyor. Otobüse gelen incik-boncuk satıcıları bir sürü.Rehberimizin oğulları ve kızları var. Hindistan’da grubu koruyan, karşıdan karşıya geçerken yardımcı olan, güvenliği sağlayan! Biz de onlardan bir şeyler almaya gayret gösteriyoruz ki iki taraf da memnun olsun. Alışverişler tamamlanıyor, Nameste’ler bitiyor ve “su sarayına” doğru yola koyuluyoruz. Siz şimdilik bunu okuyun, kanıksayın, ama daha devamı var, unutmayın!

 

Günün devamında, Amber Kalesi’ni gezdikten sonra yolumuza devam ederken ünlü “JAL MAHAL”i (Göl Sarayı) uzaktan da olsa görmek ve fotoğraflarını çekmek için duruyoruz. Rehberimizin, Jal Mahal hakkındaki bilgilendirmeyi otobüste yapıyor. Sebebi, ilgili yerdeki kalabalık ve satıcılar. Man Sagar Gölü içerisinde bulunan bu yapı, 1799 yılında, dönemin kralı sıcak mevsimlerde bunalmasın diye yapılmış.Yapının ilk iki katı sular altında, diğer iki katı ise su üstünde bulunuyor. Suyun içerisindeki kale ilk yapıldığı zamanlarda ormanlık alan içerisinde kuruluymuş. Zamanla su altında kalmış. Maalesef ilgili bu yapıyı ziyarete açık olmadığı için ziyaret edemiyorsunuz. Otobüslere binerek, Hawal Mahal’in hemen karşısında bulunan, dünya çapında nam salmış bir astronomik gözlem evi olan “Jantar Mantar”ı bir sonraki ziyaret noktamız olarak belirliyoruz. Dönemin “Astronomi Merkezi” olan bu yerde; saati tam vaktinde ölçebilen düzenekler, yıldızların konumlarını gösteren şemalar, enlem ve boylamları belirleyen aletler, yıldızlarla ilgili burç analizlerinin yapımı ve gök cisimlerinin uzaklıklarını belirlemeye yarayan aletler bulunmakta. Vakti zamanında, gök bilimleri dalında Hindistan’ın en iddialı olduğu konuların başında gelmesinin nedeni buymuş. Rehberi iyi dinleyip, özellikle güneş saatinin çalışmasını test etmelisiniz. Gerçekten kusursuz. Neredeyse saniyesi saniyesine tutturuyorlar. Bu arada Mihrace bu düzenekleri kurdurtmadan önce, dünyadaki bir çok rasathaneye adamlarını göndermiş. Diğer ülkelerde inceleme yapan alimler, sonrasında Delhi, Jaipur, Varanasi ve Nattura’da bu şekilde gözlem evleri kurmuşlar. Ama en büyüğü Jaipur’daki imiş. Burası, Jaipur’a gelince muhakkak görülmesi gereken, dünyada nadir olan yerlerden birisi. Burada burcunuza ait bölümü de bulabilmeniz mümkün. İşimiz bittikten sonra rehberimizin bir sürprizi ile karşılaşıyoruz. Bu arada öğlen yemek molamız olmadı. Çünkü rehberimizin  bizi daha önce bilgilendirdiği üzere; “bulunduğumuz yerde öğlen yemeği yiyebileceğimiz hijyen koşullarında bir yer yok, bu bakımdan lütfen yanınıza atıştırmalık bir şeyler getirin” demişti. Bu uyarının üzerine bizde yanımıza çerezler, kuru meyveler ve bisküvi tarzı şeyler aldık. Yükümüzün çoğunu onlar teşkil ediyordu. Heyecanla sürprize doğru gidiyoruz. Hindistan, değerli taşların ve taş işlemeciliğinin hat safhada olduğu bir ülke. Bizde değerli taşların olduğu taş atölyesine gidiyoruz. Bizi o sıcakta serinleten başka bir şey olamazdı. Atölyeden içeri girer girmez rom ve soğuk kolalarla karşılanıyoruz. Cennete gelmiş gibiyiz. Her yer mücevherlerle dolu. Soğuk kolalarla romlarımızı içip taşları inceliyor ve alışveriş yapıyoruz. Romun Küba'ya ait olduğunu bilirdim, fakat Hindistan’ınki çok daha güzelmiş. Fiyatı Türkiye'ye göre de çok ucuz. Bir şişe rom 40 liraya denk geliyor. Bu arada, Türkiye’de evime almadığım kolayı her gün içer oluyorum. Rehberimizin “lütfen kolaları midedeki mikroplar için içiniz” tavsiyesi üzerine, bizde bulduğumuz her kolayı içtik (hastalanma korkusu var ya!). Oradan ayrılınca Seda Hanım’ın başka bir sürprizi ile karşılaşıyoruz. “SARİ” isimli yöresel kıyafetin nasıl sarıldığını (giyildiğini) görmeye gidiyoruz. Sizinle ayrıca bu kıyafetin nasıl giyildiğinin videosunu da paylaşacağım. Sari, uzun, dikilmemiş kumaştan oluşuyor ve içine kısa bir bluz giyilip vücudun etrafından omuzlara doğru sarılıyor. Özellikle Güney Hindistan’da, günlük hayatlarında neredeyse herkes Sari giyiyor. Kumaşın uzunluğu 4-9 metre arası değişiyor. Herhalde giyimi en zor olan kıyafet bu benim için. Hindistan’ın her bölgesinde kumaşı farklı tarzlarda giyiniyorlar. Günlük ya da özel günlerde giydiğiniz Sari’lerin tarzları da değişiyor haliyle. Kumaşın kalitesi ya da içinize giydiğiniz kısa bluz, kısa kollu-kolsuz, desenli-desensiz veya sırtı hafif açık biçiminde, -ki bu genelde Hinduların tercihi olsa da-, bazı orta yaş ve üstü Müslüman olan Hintliler de düğünlerde Sari’yi tercih ediyorlar. Burada Sari giyinen Hintli Müslümanlarla tanışıp, bayan misafirler olarak biz de Sari giyinip fotoğraf çektiriyoruz. Sonrasında ise otele gidip ve dinlenmeye geçiyoruz. NAMESTE🙏🙏

 

AGRA

Sabah, otel görevlilerinin uyandırması ile çok erken saatte kalkıp, rehberimizin  geceden bilgilendirmesi üzerine valizleri kapıya çıkarıyoruz. Yine bol baharatlı kahvaltı sonrası 5.5 saat sürecek olan Agra'ya doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerinde “Lord Krishna Tapınağı” ve “Aşk Tanrısı Krishna Tapınağı”nda durup fotoğraf ve ihtiyaç molası veriyoruz. Tapınak, pembe renkli ağırlıkta ve çok güzel. Krishna, Brahmanizm’in en ünlü kişisidir.  Vişnu’nun 8. Reenkarnasyonu olup, Brahma ile birleşmiş bir “yol gösterici” olarak kabul edilir. Krishna’nın sözleri doğrudan Brahman’ın sözleridir; o hiçbir şeyi kendi nefsinden söylemez. Hinduizmin yanı sıra Jainizm, Budizm gibi dinlerde de Krishna’ya rastlanır. Bununla birlikte Krishna’nın rolü veya hikâyesi bu dinlerde değişiklik gösterir. Rehberimizin bilgilendirmesinden sonra tapınağa giriyoruz. İçerisi ibadet eden insanlarla dolu. Bizimle fotoğraf çektirmek isteyenlerin haddi hesabı yoktu .Özellikle özçekim (selfi) yapalım deyip yanımıza gelen gençler vardı. Biz de onları kırmayıp zamanımız yettiğince kendileriyle fotoğraf çektiriyoruz. Bir de unutmadan söyleyelim, eğer bir Hintliyle siz fotoğraf çektirmek isterseniz ücreti 100 rupi! “Van dolar, van euro” deyip sizden para istiyorlar.😊Yol üzerinde 16. yüzyıldan kalan, İmparator Ekber Şah döneminde Babür Hükümdarlığı'nın başkentliğini yapmış, her şeyin yerli yerinde durduğu ve tam anlamı ile bir hayalet şehir diyebileceğimiz Fatehpur Sikri'yi ziyaret ediyoruz. Agra'nın 40 km. kadar batısında kurulmuş olan bu şehir, 1570 - 1586 yılları arasında imparator Ekber zamanında Moğol hükümdarlığının başkentiydi. Daha sonra terk edildi. Günümüzde burası mükemmel biçimde korunmuş bir hayalet şehir durumundadır. Bu şehrin kuruluşu hakkında anlatılanlar içerisinde en baskın hikayeye göre; İmparator Ekber Şah, Sikri adlı bu şehirde “ermiş” olarak tanınmış olan Selim Chisti'yi ziyarete gidiyor, erkek çocuğu olmadığından ve tahtı bırakacak varisi bulunmadığından yakınıyor. Daha sonra Chisti, ona bir oğlu olacağı müjdesini veriyor. İmparator, doğan üç oğlundan birine ermişin ismi olan Selim ismini koyuyor. Daha sonra yeni, düzenli, planlı bir şehir kuruyor ve başkenti buraya taşıyarak Fetihpur Sikri adını veriyor. Bundan kısa süre sonra tahminen su yetersizliği nedeniyle buradan göç ediliyor. Âniden basan muson yağmuruna yakalanıyoruz. Sıcaklık inanılmaz yüksek... Fotoğraflar çekiliyor ve ihtiyaç molası veriyoruz. Hayatımda ilk defa, tuvalete girip su bulamayınca muson yağmurlarının birikip aktığı suda elimi yıkıyorum. Sabun soracaksanız, çantalarımız hijyen maddeleriyle dolu. Çünkü gittiğimiz yerlerde bulamıyoruz. Kalan süremiz, otobüste rehberimizin bilgilendirmeleriyle geçiyor ve çok güzel bilgiler ediniyoruz.Daha sonra azıcık da olsa uyukluyoruz. Çok erken kalkmıştık ya!😊Yoğun bir günün sonunda Agra'ya geliyoruz. Akşam yemeği ve dinlenme.😊Yarını heyecanla bekliyoruz. Çünkü “TAJ MAHAL”e gideceğiz. NAMESTE🙏😊

 

AGRA, TAJ MAHAL❤

Akşam yemeğinden sonra restoranda uzunca edilen sohbetler ve o arada içilen “black tea”lerin (siyah çay) haddi hesabı yok. Hindistan aslında çaylarıyla ünlü bir ülke, ama benim damak tadıma uymayan bir rehası var. Daha çok “masala çayı” tercihim oldu. Rehberimizin bilgilendirmesi üzerine, yarın Taj Mahal için lütfen giysilerinizi hazırlayınız mesajıyla karşılaşıyoruz. Bugün Agra’da büyük bir çarşıya gidilip alışverişler yapıldı, ama ben size onu ayrıca anlatacağım. Çarşıdan incik boncuklar, bindiler, tikalar, sariler ve  bir sürü şeyler alınabiliyor. Hatta yöresel kıyafetler... Rehberimiz, özellikle yöresel kıyafetler giyinmemizi istiyo Taj Mahal için, ama maalesef o an benim yanımda yöresel kıyafetim yok. Bunun üzerine Nurcan Bahçeci Küçükgöde Hanımefendi yardımıma koşuyor. İyi yürekli arkadaşım benim, fazladan Sari aldığı için bana da bir tanesini giymem için verebileceğini söylüyor ve  giysi işini hallediyoruz. Hazırlıklar tamam olunca sabah kahvaltısından sonra lobide buluşuyoruz. “Sari sarınacaklar” olarak sıraya girmişiz, Rehberimizi bekliyoruz. Zaman azalıyor, yardımımıza otel çalışanları yetişiyor. Hepimiz Sarilerimizi giyinip fotoğraf çektiriyor ve yola çıkıyoruz. Aman bir heyecanlıyız ki, sormayın gitsin! Hep kitaplardan, televizyon ekranlarından görüp hayran kaldığımız Taj Mahal'i görmeye gidiyoruz. “AŞK için yapılmış” olan o büyülü yere. Seda Hanım’ın her zamanki gibi orada nasıl hareket etmemiz gerektiğini anlatması üzerine, dersimizi iyice anlamış olarak Taj Mahal’e geldik. Aman Allah’ım! O nasıl bir kalabalıktır öyle. İyi ki de turizm mevsiminde gitmemişiz, o zaman nasıl olurdu bilemiyorum. Bu arada sıcaklığı hiç sormayın; çölün ortasına düşmüş gibiyiz. Buharlaşmamıza ramak kalmış gibiyiz. Sarilerle adım atmak o kadar zor ki, hele de sıcakta...Hintli kadınları bu duruma sürekli dayanabildikleri içim tebrik ediyorum. Yalpalaya yalpalaya Taj Mahal’e geliyoruz. Girişte kontroller çok sıkı, çantanızın kontrol edilmesi yetmiyor, teker teker üstümüz aranıyor. Gidecek olanlara tavsiyem yanınızda kibrit, çakmak, tırnak makası, törpü tarzı şeyler, yiyecek ve içecek bulundurmayın. Burada yapılan kontrollerde direk el koyuyorlar. Rehberimiz öncesinde uyardığı için, yanımıza bu tarz şeyler almadık, haliyle de hiç bir şeyimize el konulmadı ve rahatlıkla geçtik. İçeriye girmeden tarihi hakkında bilgiler veriyor bize rehberimiz. Kapıdan ilk girdiğimizde sanki çok yakınmış da, dokunacakmışsınız hissi uyandırıyor insanda. Ama siz ilerledikçe o da uzaklaşıyor. Muhteşem bir yapı. Turist çok fazla göremiyorum. Genellikle kendi halkı ağırlıkta ve insan kaynıyor. Yine satıcılıar ve yine selfi çektirmek  isteyenlerle dolu ortalık. Rehberimizin tanıdığı fotoğrafçıyla  buluşuyoruz ve grup olarak fotoğraf çektiriyoruz. İsteyen yüzlerce poz çektiriyor, almasak da oluyormuş. Ben yine, Berrin ablam ve oğlu Yavuzalp'e takılıyorum .Berrin abla, hani bahsetmiştim ya “tam bir Amazon kadını” diye, hah, o işte. Sıkı bir gezgindir kendisi. Fotoğraf çekmeyi çok iyi biliyor ve telefonuda harika çekiyor😊Önce içerisi geziliyor ve fotoğraflar çekiyoruz. Yine selfi çektirmek isteyen bir sürü kişi... Onlara “değişik” geliyoruz ya ondan tabii. Bu arada ben, sari kıyafetini çıkarıp normal kıyafetimle kalıyorum.😊Biraz da tarihine değinelim, bakalım neymiş. Taj Mahal,😊”AŞK için inşa edilen”, dünyanın en büyük ve en güzel anıtı olarak kabul edilen, geceleri aydan daha parlak görünen, Türk-İslam mimarisinin göz bebeği ve Hindistan’daki en değerli yapılardan birisi olup, dünyanın da 7 harikasından birisi olacak kadar değerlidir. TaJ Mahal’in görselliği kadar, hikayesi de insanı etkiler. Taj Mahal, Babür İmparatorluğu’nun altıncı hükümdarı Şah Cihan tarafından, o zaman ki imparatorluğun başkenti olan Hindistan’ın Agra şehrinde Yamuna (Jumna) nehrinin kıyısına yaptırılmıştır. O kalabalığın, kaosun, kirliliğin, gürültünün arasından çıkıp böyle bir manzara ile karşılaştığımda, uzun uzun bakakalmıştım. Siz de hak verirsiniz ki, yaklaşık 1.2 milyar nüfusu olan Hindistan’da biraz huzur bulup, böylesine tarih kokan ve görselliği ile büyüleyen bir eserle karşılaşmak farklı bir olaydı. Dünyada aşk için dikilmiş en büyük ve en güzel yapıt olarak kabul edilen Taj Mahal, Şah Cihan’ın büyük bir aşkla sevdiği eşi Mümtaz Mahal’in ölümü üzerine, onun hatırasına hürmeten yaptırılmış.

Yapının mimarları, Mimar Sinan’ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi, yapıdaki yazıları yazan ise Hattat Serdar Efendi. Eserin yapımı için, Şah Cihan tarafından İstanbul’dan davet edilmiş ve  1630 da inşasına başlanan, Dünya’nın 7 harikasından birisi olan Taj Mahal, yaklaşık 22 yıl sonra 1652 de tamamlanmıştır. Taj Mahal’in yapımında parlak, ince, mavi damarları olan beyaz mermerler kullanılmış. Aynı mermerden yapılan ve yerden yüksekliği 82 metre olan kubbe, Mimar İsmail Efendi tarafından çok ama çok özenle yapılmış. Kubbe üzerinde, altından bir alem  ve türbenin beyaz mermerden dört tane  de minaresi vardır. Anıtın dört yanında Hattat İsmail Efendi tarafından, Yasin Sure’sinin tamamı yazılmıştır.

Mümtaz Mahal ve Şah Cihan’ın sandukaları üst katta, kubbenin altındadır. Sandukaların bulunduğu yerdeki kubbede, insan ağzından çıkan her ses 7 kez yankılanacak şekilde bir akustiğe sahiptir. Şah Cihan’ın ve eşinin asıl lahitleri ise en alt katta bulunmaktadır. Taj Mahal’in yüz binlerce akik, sedef ve firuze gömülü olan duvarlarında, ayrıca 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 adet oldukça  iri inciler vardır. ilham kaynağı olan Taj Mahal, mehtaplı gecelerde bile aydan daha parlak görünüyormuş.😊Hatta 1966 Hindistan-Pakistan savaşında, Pakistan savaş uçaklarına yol gösterici bir parıltı olmaması için Hindistan Hükümeti tarafından, kubbesi siyah bir çadırla örtülmek zorunda kalmıştır.

Şah Cihan’ın eşi Ercüment Banu ; güzelliği, zekâsı ve iyilikseverliği ile bütün imparatorluğun gönlünü fethetmiş, en seçkin sultan imiş. Bu vasfından dolayı Mümtaz Mahal diye anılıyormuş. Şah Cihan, ona henüz 16 yaşındayken aşık olmuş ve evlenmek için 5 yıl beklemiş. AŞK işte! Şah Cihan, çok sevdiği eşini gittiği her yere götüren, onun fikirlerine ve zevkine önem veren birisiymiş. Bu duygulu, zeki ve güzel kadın, 1631 yılında 14. çocuğunu doğururken vefat etmiş. Şah Cihan ise eşinin ölümünü takip eden 8 gün boyunca yemekten ve içmekten kesilmiş, hiç odasından çıkmamış. Dokuzuncu gün dairesinin kapısını açıp, dışarı çıktığı zaman saçlarının bembeyaz olduğunu ve iyice çöktüğünü fark etmiş. Bu arada söylemeden geçmeyelim, Mümtaz Mahal, Şah Cihan’ın 3. eşiymiş. Ne aşkmış, imrenmedim değil doğrusu. Ülkeyi sefalete sokacak kadar para harcayıp, aşkı için anıt yapan bir adam...Kendisi de eseri de eşsiz. Tarihini öğrendikten sonra, Özlem’in bir konuda bizi bilgilendirmesiyle büyük hayal kırıklığı yaşıyoruz. Şah Cihan gözümüzden düşüyor. Çok sevdiği, aşık olduğu karısı hayattayken baldızıyla evlenmesini mantığımıza sığdıramıyoruz.😞Aşkın büyüsü filan kalmadı gözümüzde, yerlere düştü... Ama oğullarından birisi “babasını kontrol etmek adına”, bir saraya kapatıyor ve oradan çıkmasına izin vermiyor. Ülkeyi daha fazla kıtlığa sokmasın diye. Şah Cihan orda ölüyor .Taj Mahal aslında simetrik yapılmış bir yapı. İkiye katlandığında bir bütünün ayrı iki parçası oluyor. Fakat Şah Cihan için ayrı bir mezar yaptırılmıyor ve eşi Begüm Sultan'ın mezarının yanına gömülüyor. İşte simetriyi ve o kusursuzluğu bozan tek şey, Şah Cihan'ın mezarı oluyor. Alın işte size ispatı;  erkeklerin aşkına güvenilmemesi gerektiğine tarihte bile tanıklık etmiş oluyoruz.😁Yok, yok! Aşk falan yok... Masallarda kitaplarda, tarihte olur zannederdik; orda da yokmuş meğer. Bugünlük uzunca bir yazı oldu, devamı yarına olsun. NAMASTEEEEE.

 

AGRA KALESİ VE MERMER ATÖLYESİ

Otelimiz, Agra’nın tam merkezinde yer alıyor. Hindistan şartlarında iyi bir otel, ancak Hindistan tam bir tezatlar ülkesi... Örneğin 5 yıldızlı bir otelde kalıyorsunuz, ama hemen yanında halkın yaşadığı çadırlar var. Otelin bir penceresinden  bakarken lüks evleri , diğer penceresinden varoş mahalleleri görmek mümkün. Her şey iç içe. Taj Mahal aslında çok merkezde ve yürüme mesafesinde. Taj Mahalden sonra ilk durağımız “Agra Kalesi”, diğer adıyla Kızıl Kale. Bu kale, 3. Moğol imparatoru Ekber tarafından 1565 yılında yapılmaya başlanmış ve çeşitli eklerin inşâsıyla Şah Cihan tarafından bitirilmiş. Tüm kale bölgeden çıkartılan taşlarla yapılmış. Taşların rengi pembe ile kızıl arası olduğundan kaleye Kızıl Kale adı verilmiş. Kaleye ulaştığımızda yine satıcılara ve fotoğraf çektirmek isteyenlere yakalanıyoruz. Seda Hanım’ın deyimiyle eğer almayacaksanız göz teması dahi kurmayınız. Hele de bakmak için elinize almışsanız onu almış oluyorsunuz. Geri almıyorlar ve parasını ödemek zorunda kalıyorsunuz. Yol boyunca göz teması kurmadan kalenin önüne geliyoruz. Rehberimizin kale önünde bilgilendirmesiyle gezmeye başlıyoruz. Yine selfi çektirmek isteyenleri kırmamak adına selfileşiyoruz. Bazen öyle anlar hissediyorsunuz ki; sanki ünlü birisiniz ve Hindistan'a gelmişsiniz de herkes sizinle fotoğraf çektirmek istiyor gibi. Yine zaman zaman sıcak yağan muson yağmurlarına yakalanıyoruz. Kale, görkemiyle ilginç olduğu kadar hikayesiyle de ilginç. İçindeki sarayın hüzünlü bir hikayesi var. Aslında Taj Mahal'ı anlatırken kısaca değinmiştim. Ekber’in yıllarca erkek evladı olmamış. İlk kez oğlu olacağı haberi gelince Cihangir daha bebekken, oğlu için bu sarayın yapımını başlatmış. Cihangir de hükümdarlık döneminde ülkeyi buradan yönetmiş.

Şah Cihan, eşi Mümtaz Mahal için bu sarayda “Oktagonal Kuleyi” yaptırmış. Ancak oğlu Alemgir, babası kadar iyi bir hükümdar değilmiş ve gücü eline geçirmek için babasını bu kuleye hapsetmiş. Bir diğer sebep ise eşi Mümtaz öldükten sonra akıl sağlığını koruyamamasıymış. Bu nedenle, oğlu Alemgir tarafından tahttan indirilmiş Şah Cihan ve yine kendi öz oğlu tarafından uzaktan da olsa, eşi için yaptırdığı Taj Mahal’i gören bu Oktagonal Kuleye yerleştirilmiş. Şah Cihan’ın hapsedildiği bu kule sarayın diğer bölümlerinin aksine, görmeye alıştığımız kırmızı taşlardan değil; Taj Mahal’deki gibi mermerden yapılmış. Mermer üzerinde de yörede çıkartılan yarı değerli taşlar ile yapılmış işlemeler mevcut. Cihangir’in 2 eşi varmış. Birisi Hindu, diğeri ise Müslüman. Kalenin saray bölümünde her iki eşi için ayrı bölümler yaptırmış ve bu bölümleri de eşlerinin inançlarına göre dizayn ettirmiş. Mesela Hindu eşi için yaptırdığı bölümün duvarlarını, bolca taştan oyma hayvan ve insan figürleri süslerken, Müslüman eşi için yaptırdığı bölümde hiçbirini göremiyorsunuz. Yine Hindu eşi için yaptırdığı tapınakta şans getirdiğine inanılan bol bol “Ganesh figürleri” mevcut. Yatak odaları da dahil olmak üzere sarayda hiç kapı yok. Bunun nedeni de çok sıcak bir iklim olduğundan dolayı kapı yerine halı veya kilim kullanıyor olmaları. Kapı diye geçtiğimiz yerlerin her birinin üstünde büyük halkalar var, zamanında buraya halılar veya kilimler asılarak mahremiyet sağlanıyormuş. Burada işimiz bittikten sonra otobüse gelen Seda Hanım’ın oğulları ve kızlarından incik boncuklar, bindiler vs. alıyoruz ve gezimize devam ediyoruz. Sonraki durağımız Taj Mahal'in duvar işlemeciliğinde kullanılan taş sanatı atölyesi.😊Mermerlerin içi oyularak, içlerine değerli ve yarı değerli taşlar yerleştirilmek suretiyle, çok güzel çiçek ve dal figürleri oluşturulmuş. Bu mermer kakma sanatına verilen isim ise “Pietra Dura” dır. Pietra Dura sanatını daha iyi anlayabilmek için mermer atölyesine gidiyoruz. Taj Mahal’in tüm duvarlarını kaplayan mermer üstüne taş kakma işinin nasıl yapıldığını görüyoruz. Binanın büyüklüğü ile kıyaslayınca gerçekten inanılmaz bir işçilik. Büyük bir mermer parçasına önce motifi çiziyorlar. Çizilen motife göre de mermeri kazıyorlar, bu kazınan boşluklar yarı değerli taşlar ile dolduruluyor. Büyük motifler daha kısa sürede tamamlanıyor, yapılan motifin boyutu küçüldükçe ve detayları arttıkça süre de uzuyor. Mermeri, ellerindeki kaleme benzer bir alet ile kazıyorlar. Bu nedenle bu işte çalışanlar kimseler içinde parmağını kaybedenlerin sayısı bir hayli fazla. Mermer 2-2,5mm’lik derinlikte kazılıyor, kazınan bölgeye farklı renklerde yarı değerli taşları yerleştiriyorlar. Tüm işlem bittikten sonra ise mermerin yüzeyi tamamen pürüzsüz hale getiriliyor.😊Sizinle videosunu ayrıca paylaşacağım. Gerçekten inanılmaz. Ha unutmadan, yine güzel bir sürpriz ile karşılaşıyoruz; buz gibi kolalar ve rom! Bu güzellikler içerisinde kola ve romlarımızı içip, mutlu mesut atölyeden ayrılıyoruz.😊Yarın çok önemli!! VARANASİ'ye gidiyoruz. “ÖLÜM ŞEHRİ VARANASİ”.😞Beni Hindistan'da en çok etkileyen şehir. Otele giriş ve dinlenme...NAMASTEEE

 

ÖLÜM ŞEHRİ VARANASİ ( GANGA  AARTİ ÖLÜ ANMA SERAMONİSİ)

Gelelim Hindistan'ın gerçek yüzü olan Varanasi'ye. Dün gece rehberimizin yaptığı bilgilendirme sonucu erkenden kalkılıp havaalanına gidiliyor. Otel, bizim için kahvaltı saatini erkene alıyor. Yine diğer günlerde olduğu gibi yediğimiz “tereyağlı ekmek ve yumurta (omlet)”.😊Bir sürü kahvaltılık olmasına  rağmen güvenip yiyemiyoruz. Geceden Varanasi için hazırlanmış sırt çantalarımızla yola düşüyoruz. İç hatlar uçuşunda kilo sorunu yaşayacağımızdan dolayı rehberimiz bize yine biz güzellik yapıyor. Sadece Varanasi’de kullanacağımız bir çanta hazırlatıp, valizlerimizi bize tahsis edilen otobüsle Yeni Delhi'ye yolluyor.  (Son derece çözüm odaklıdır kendiler.❤)Hava alanındaki işlemlerden sonra uçağa biniyoruz (öğretmenimiz çok iyi ve biz de çalışkan öğrencileriz). Hindistan’daki havaalanlarında prosedürler biraz farklı ve karışık.😁İç hatlar uçağı, bildiğimiz, “Pegasus tarzı” bir uçak (tek farkı yemek olması). Yemek olarak vejetaryen yiyecekler ve tavuklu sandviç veriyorlar. Seda Hanım “neyi isteyeceğimizi” (neleri yememiz gerektiğini) öğretiyor bize. Kendime bir ”vec” isimli vejetaryen, diğeri “nanvec” tavuklu sandviç. aldım. Tabii ki ben biraz etçil olduğum için tavuklu sandviç yiyorum. Aman Allah’ım! Hindistan'a geldiğimden buyana yediğim en güzel yiyecek bu olsa gerek. Açız ya, ikinciyi de istiyoruz ve şansımıza “vec” olanı veriyorlar. Yanımda oturan Nurcan Bahçeci Küçükgöde Hanımefendi ile paylaşıyoruz (biraz paylaşımcıyımdır da). Beğenmiyorum (içinde et ve et ürünleri yok ya!)... Bir buçuk saat sonra heyecanla beklediğimiz Varanasi’deyiz. Rehberimize göre, öncelikle bizim buraya “kendimizi hazırlamamız” gerekiyor. Rehberimiz, uzun uzun anlattıklarıyla bizi hazırlıyor. “Ölü anma ve ölü yakma törenlerine” katılacaksınız. Yoksulluğu, çaresizliği göreceksiniz. İnsanların, ölmek için bekleyişlerini göreceksiniz. Kutsal Ganj Nehri’ni göreceksiniz. Belki bazılarınız görfüklerini kaldıramayacak! Rehberimizin deyimiyle Hindular Ganj nehrine gelip kutsanır ve hacı olurlarmış.

Varanasi, Hindu’lar için Hindistan’ın en kutsal şehirlerinden bir tanesi. İnanışa göre Varanasi’de ölmek, ölüm ve yeniden doğuş çemberinden kurtulmak demekmiş. Bu yüzden yaşlı Hindular ölmek için bu şehre geliyor. Hatta buraya, köylerinden ve kasabalarından çıplak ayakla kilometrelerce yürüyerek gelirlermiş.

Ölünce yakılmaması gereken bir grup insanın da olduğunu öğreniyoruz: Hamileler, bebekler, Sadhular (Hint münzevileri), yılan ısırması sonucu ölenler ve cüzzamlılar.

“Ağır bir yer” Varanasi. İkinci günün sonunda ardınıza bile bakmadan buradan kaçabilirsiniz...Özellikle daracık, kalabalık ve her an inekler tarafından bir köşeye sıkıştırılabileceğiniz sokaklar, ölü yakma törenlerinde havaya yükselen ve sonrasında da uzun süre havada asılı kalan o tuhaf ve kesif koku. Ölüm ve yaşamın böyle iç içe olduğu bir şehirde olmak bana göre değil diyorsanız, buradan kısa sürede uzaklaşma olasılığınız yüksek.😊 Hinduizm’e göre karmasını tamamlayan, ölümcül hasta olanlar ve yaşlılar “ölümü beklemek için” buraya geliyorlarmış.  Amaçları, günlük bir avuç pirinçle de olsa karınlarını doyurup yaratana kavuşmayı beklemekmiş... Rehberimiz yolda  bize Hinduizm ve Budizm hakkında genel  bilgiler veriyor. Onlara daha sonra ayrıca değineceğim. Otele varıyor ve kısa bir dinlenme sonrası “ölü anma töreni” için yola çıkıyoruz. Ganj Nehrine giden yol otobüslere kapalı olduğu için belli bir noktadan sonra “Rikşa” adındaki üç tekerlekli bisikletlere biniyoruz. Bu bisikletlerin diğer adı “tuktuk”.😊Rehberimiz, bizi öncesinde ilgili bisikleti sürenleri görünce şaşırmamamızı söylüyor. Gerçekten de o zayıflıktaki kişilerin  iki kişiyi nasıl taşıdıklarına  inanamazsınız. Sürücülere adam başı “50 rupi vermemiz” tembihleniyor. ( Tabii ki  daha fazla rupi veriliyor.) Yolda gördüğümüz manzara inanılmaz. Gerçek Hindistan burası (videosunu paylaşacağım).  İnekler, köpekler, yaban domuzları, maymunlar, evsizler hepsi bir arada yaşıyorlar. Rehberimizin deyimiyle; “hayvan ve insan boncukları” (dışkı) her yerde. Hazırlıklı geldiğimiz için, maskelerimizi takılı bir biçimde dolaşıyoruz. Etrafta inanılmaz kçtü bir koku ve hijyenik olmayan koşullar var. Pisliğin içinde sokakta hayvanlarla yatan insanlar görüyoruz. Adım başı dua ettikleri, tapındıkları küçük yerler görüyoruz.Hiç hijyen olmayan koşullarda sokaklarda yemek yapıp satan insanlar görüyoruz. Kırk yıl aç kalsanız, yenecek türden değil. Rikşalarla “Allah’a emanet” yollardayız. Mikroptan mı, yoksa  kaza geçirerek mi ölürüz, bilemiyoruz. Rikşalardan inip Ganj nehrine doğru başımızda olan Seda Hanım ve korumaları ( oğullarım ve kızlarım dediği satıcılar) ile yürüyoruz. Aman Allah’ım! Manzara korkunç! Sürünen, dilenen, bir şeyler satmaya çalışan; törende oturmak için parayla yer ayarlamaya çalışan bir sürü insan. Yaşlılara, evsizlere yürek dayanır gibi değil. Törenin başlamasına az bir süre var, bizde orada bulunan satıcılara uğruyoruz. Alacaklarımızı alıp tören yerine varıyoruz. Mahşer yeri gibi. Seda Hanım’ın deyimiyle, burada 365 gün ölü yakma ve anma (ayinler) törenleri yapılırmış. Ganj nehri kıyısı boyunca bir sürü ayin şahit oluyoruz.

Varanasi’nin kalbi, eski şehir kısmında ve burada bulunan Ghat’larda atıyor. Ghat’lar Ganj nehri boyunca karşılaşılan, nehrin içine doğru inen basamaklara deniliyor. Bunların bir kısmını halk Ganj’da banyo yapmak için kullanırken, belirli bir kısmı da ölüleri yakmak için kullanılıyor. O esnada ben İrem’le takılıyorum; bu sırada ısrarla bize yer göstermek isteyen Hintliyle karşılaşıyoruz. Çok kalabalık ve töreni izleyecek yer yok. Ne yaptıysak Hintliden kurtulamıyoruz. Yüze yapışkan halt etmiş. Bizi alıp sandallara bindiriyor. O esnada kutsal Ganj nehriyle tanışıyoruz. Zannedersiniz ki bir çamur seli...😳Muson yağmurlarından dolayı daha da çok çamurlaşmış. Hintliler, ölülerini yakıp nehre süpürdükleri için de rengi koyu. Seda Hanım’ın söylemine  göre, nehirde yaşayan kocaman besili balıklar var. Ceset parçalarıyla beslenen balıklar nedeniyle 12 gün boyunca asla balık yemiyoruz!

Hayat verdiğine inanılan Ganj Nehri olur da bunun Tanrısı olmaz mı! Tanrıça Ganga, Hindulara göre nehir Tanrıça Ganga’nın kişiselleştirilmiş formudur. Nehrin, Hinduları tüm günah ve kötülüklerden arındırdığına, ölmeden önce Ganj Nehrinin suyu içilmezse hayatın tamamlanmadığına inanılıyor. Bu nedenle herkesin evinde ölmeden önce bir yudum içilsin diye Ganj Nehri’nin suyu bulunduruluyor.😊

Yolun ortasına yayılıp yatarak tüm yolu kapatan kutsal ineklerini, ama ille de içinde hayatı ve ölümü barındıran Ganj kıyılarını, Ghat’lardaki manzaralar… İnsanı kısa sürede içine alıveren bir büyüsü var bu kutsal şehrin; hayatım boyunca asla unutamayacağım...😊

Akşam gün batımında Ganj kenarında yapılan kutsal “Ganga aarti seremonisini” izliyoruz. Önce tütsü yakıp onunla bir takım hareketlerle ellerindeki çanı çaldılar. Sonra, yoğun duman çıkaran buhurdan ile birbirlerinin etrafında döndüler. Ardından bir sürü mumun yandığı şamdanlarla ayine devam ettiler. Sırada meşale vardı. Arada duyduğumuz zil sesleri de, demirlere bağlanmış küçük zillerin arka taraftaki kişiler tarafından iplerle çekilerek çalınıyor olmasındanmış. Ritim güzel, hareketler güzel, sessizce izleyiş olunca da ortama ruhani bir hava katıyor elbette... Kısaca oldukça etkileyici bir seremoniydi . Sandala geldiğimize hiç pişman olmuyoruz; Belma Aracı ve Mustafa Bey de burada. Seremoniyi çok net bir şekilde karşısından izliyoruz.😊

Ganj nehri kıyısında, ölü yakma ve günahlardan arınma seremonisi bir sabah, bir akşam olmak üzere iki turda Dashaswamedh Ghat’ta yapılıyor. Ancak tekne turları ile izlenebiliyor. Tören bölgesine ulaştığınızda, böylesi bir kalabalığı hayal etmemiştik diyeceksiniz. Yüzlerce tekne birbirine yapışık halde akşam ayini olan “aarti seremonisini” izlemek üzere orada toplanmış, seremoninin büyüsüne kapılıp gidiyoruz. Yine videolar ve fotoğraflar çekiliyor... Tören bitmeden, kalabalığın arasından sıyrılıp Seda Hanım’la buluşuyoruz. Yine “rikşalarla” otele dönüş ve onca etkileyici manzara sonrasında akşam yemeğine geçiyoruz. Onca manzaraya şahit olduktan sonra, o yemeği nasıl yedik hâlâ anlam veremiyorum... Rehberimizin  bilgilendirme mesajıyla erkenden yatıp dinleniyoruz. Sabah güneş doğmadan, “ÖLÜ YAKMA TÖRENİNE” gideceğiz.😞Bugünlük bu kadar.😁MAMASTEEE

 

ÖLÜ YAKMA RİTÜELİ: KREMASYON

Kremasyon, ölü yakma seremonisine verilen isimdir. Sabah beş gibi uyanıp, kahvaltı yapmadan ölü yakma törenini izlemeye, Ganj nehrine gidiyoruz. Tören güneş doğmadan yapıldığı için erkenden gitmek durumundayız. Bu sefer “rikşalarla” değil, belli bir yere kadar otobüsle gidip oradan “ghatlara” doğru yürüyoruz. Her yeni bir yer keşfinden önce olduğu gibi, Seda Hanım bilgilendirmesini yapıyor bize. Hinduizm’de ölüyü üç şekilde gömüyorlar . Birincisi ateşe, ikincisi suya ve üçüncüsü de havaya. 1. Ateşe gömmek; ölüyü yakıp, küllerini Ganj nehrine  süpürmek. 2. Suya gömmek; dünkü yazımda bahsettiğim yakılamayanların cesetlerinin Ganj'a bırakılması( bebek, cüzzamlı, yılan sokmasından ölenler) 3. İse havaya gömmek; ölüler yüksek bir yere bırakılıyor ve yırtıcı kuşlar tarafından parçalanıyor. Duyduğumuzda, özellikle de üçüncü ölü gömme ritüeli bize çok ilginç gelmişti...Seda Hanım hemen maskelerimizi takmamızı söylüyor ve bizde takıyoruz. Sabahın ilk ışıklarında ölüm yolundayız. Yol boyunca yakılacak odunlarla, odun parasını biriktirmek için dilenenlerle dolu. Evsizler ve hayvanlar uykudalar, yine manzaralar fena. Yine Seda Hanım’ın korumaları bizi çembere alıyor ve ilerliyoruz. Ha unutmadan, bugün bayram! Türkiye'ye bayram mesajı yollamak için topluca kutlama videosu ve fotoğraflar çektiriyoruz. Hinduların, öldükten sonra nehrin kenarında yakılması ve vücutlarının her bir tanesinin tekrar doğaya karışması için küllerinin nehre bırakılması hayatlarında istedikleri son dilek. Varanasi, 2500 yıldır hac için gelinen ve dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir yer. Varanasi gibi bir yerin atmosferini gezdiğim başka hiç bir yerde hissetmedim. Bildiğim tüm duygular adeta birbirine karışıyor.. Acı, hüzün, umut gibi daha çok matem havası içinde, sisler altında bir nehir hayal ediyorsunuz! Nehrin kenarlarında çok eski Hindu evleri ve tapınaklar. Nehirde yüzen sandallar. Nehrin hemen karşı tarafında ise uçsuz bucaksız boşluk. Seda Hanım’ın deyimiyle, nehrin sadece bu kıyısında ibadet ve yakma töreni yapılıyormuş. İnançlarına göre güneşe sırtlarını dön(e)mezlermiş. Nehrin içinde yüzen, yıkanan ve dua eden turuncu giysili insanlar var... Etrafta dolaşan ve yakılmak için odun parası dilenen yaşlı Hindular. Hemen her yerde yanan ateş ve ateşin altındaki insan cesetleri bulunuyor... Nehir, boylu boyunca Ghatlarda yıkanan insanlar, yoga ve meditasyon yapan kişilerle dolu. Etrafta dolaşan bir sürü inekler var... Bazı kısımlarda ise insanlar çamaşırlarını yıkıyor. Ganj nehrinde yanmak her ne kadar kutsal bir olay olsa da aslında zenginlerin yapabildiği bir şey. En az 300 kilo odun gerekiyor ve o özel odunun kilosu 3 dolar (sandal ağacı). Ayrıca bunun yıkanması ve diğer tören merasimleri de var. Odunların hemen arkasında yükselen dumanları görüyoruz ve yaklaştığımızda ise bir ceset cayır cayır gözümüzün önünde yanıyor. İlk başta tuhafımıza gitse de atmosferin verdiği bir his ile alışıyor ve izlemeye devam ediyoruz. Ölü yakım süreci uzun bir süreç. Ölü önce tülbent gibi bir şeye sarılıyor çiçeklerle falan süsleniyor, sonra ise Ganj kenarına getiriliyor. Sonra tülbent açılıp Ganj’dan biraz su alınıp ölünün kafasına dökülüyor. Daha sonra yakılacağı basamağa geri götürülüyor. Odunların üzerine ceset konuluyor ve özel bir yağ dökülüyor. Daha sonra hemen yukarda binlerce senedir yanan bir ateş var. O ateşten bir dal parçasıyla alev alınıyor cesedin oraya geri götürülüp odunlar tutuşturuluyor. Eğer ölen kadınsa en küçük erkek çocuk, eğer ölen babaysa büyük erkek çocuk bu ateşi taşıma işini yapıyor. Ceset yanarken yakınları 4–5 saat süresince orada bekliyor. Parası olan odun ateşinde yakılmaktayken, parasız olanlar elektrikle (krematoryum) yakılıyor. Bütün bunlar olurken siz izliyorsunuz. Ölünün dumanını soluyorsunuz. Hava da ağır bir yanık et kokusu. Bunu hissediyorsunuz, fakat ortamdan dolayı rahatsız olmuyorsunuz. Ağzımda ve genzimde acı bir tat hissediyorum. Çanlar çalıyor. Dua sesleri devamlı var... Hemen nehirde ölü külleri dökülen yerde insanlar yıkanıyor. Nehirde bebek cesetleri yüzüyor. Yanma işlemi gerçekleşirken ısınan kafatasları patlıyormuş ve bunun ruhun bedenden ayrılma anı olduğunu düşünüyorlarmış. Bazen patlamadığında ise bir sopa yardımı ile kafatasını kırıyorlarmış. Erkeklerin göğsü, kadınların ise kalça kemiği doku yoğunluğundan dolayı yanmayan yerleriymiş ve bunlar  ölünün külleriyle birlikte Ganj nehrine bırakılmaktaymış. Çok çok ağır bir atmosfer var, öğrendikçe şahit oldukça daha da ağırlaşan. Bir de kafatası avcıları var. Hindistan “kara büyüleri” ile meşhur. Büyü için kafatası topluyorlarmış. Cenaze sahipleri çaldırmamak için kafatasını kırarak yakıyorlarmış. Ganj nehrinde tekneyle gezerken bütün bu anlattıklarıma tanık oluyoruz ve bu bize çok ağır geliyor. Ölüler yanarken yakınında fotoğraf çekmek yasak. Ölüye ve ailesine olan saygıdan dolayı. Önceden yaşanmış bir olay anlatıyor. Rehberimiz: Tura katılan misafirlerden bir kadın cenaze yanarken fotoğraf çekmeye çalışıyor ve bunu yaparken de yanan odunlara değiyor. Değmesiyle birlikte kollar ve kafatası yere düşüyor ve kadın şoka giriyor.🙄Bunun zerine Seda  Hanım zor durumda kalıyor. Aileye ve ölüye saygısızlık, ilgili kadının şok geçirmesi de cabası... Psikolojik olarak sınanacağınız, en çok zorlanacağınız, ama en çok da etkileneceğiniz yer Varanasi. Az sonra rehberimizin yine güzel bir sürpriziyle karşılaşıyoruz. Yanan dilek mumları veriyor bize. Çiçek ve muz yaprakları arasında yanan mumları elimize alıyor ve dilek dileyip suya bırakıyoruz. Suya nasıl bırakmamız gerektiğini anlatıyor bize. İki elimize alıp avucumuzun ortasında aniden suya bırakmamız gerekiyormuş. Bıraktığımızda eğer mum sönmeden yüzer giderse dileğimiz kabul oluyormuş (benimki sönmeden yüzüyordu😊umarım dileğim gerçekleşir). Yine fotoğraflar çektiriyoruz ve yüzlerce insan arasında yavaş hareketlerle manzaraları izleyerek otobüsümüze biniyoruz. Yine bizi koruyan satıcılardan alış verişler yapılıyor ve otele dönüyoruz. Tanık olduğumuz yaşanan onca ağır şeyden sonra odalarımıza çıkmadan bizi bekleyen kahvaltıya dalıyoruz (hâlâ anlam veremiyorum! Bütün bu gördüklerimden sonra o kahvaltıyı nasıl yapıyorum?) Sonrasında azıcık dinlenme ve turumuza devam...Yeni Delhi'ye uçuş...Bu günlük bu kadar.😊NAMASTEEE.

 

BULUNMAZ HİNT KUMAŞINI BULMAYA GİDİYORUZ

Bharat Mata - Mother Temple - Banaras İpek Atölyesi

Kahvaltı sonrası odalarımıza çıkıyoruz; temizlenme vakti.😊Akşam giydiklerimizi sabah tekrar giydiğimiz için kendimizi suya sabuna atıyoruz. Seda Hanım’ın deyimiyle  en eski kıyafetlerimizi giyiyoruz (eski bir şey de  getirmemiştik aslında). Bitmeyen banyo sonrası istenilen saatte lobide buluşuyoruz. Çoğumuzun çantası boş; iki günlük mikrop selinden sonra kullanılan giysi, ayakkabı ve çantalar ya atılıyor ya da otelde bırakılıyor. Seda Hanım’ın ilk geldiğimizden beri anlattığı baharat çarşısına gidiyoruz. Çarşı, otelin hemen karşısında. Fakat sokağa tek başımıza çıkmak ne mümkün?! Rehberimizin de buna asla izin vermiyor. Hatta karşıdan karşıya tek başımıza geçmemize bile.😳Çarşı otelden görünmesine rağmen topluca karşıya geçip alışverişin dibine vuruyoruz😊(ben itidalli davranıyorum). Bildiğimiz Adana'daki “Mısır Çarşısı”; yöresel kıyafetler, hiç bilmediğim baharatlar, kremler, takılar bir sürü şey. Rehberimizin tembihi üzerine almamız gerekenleri alıp otobüse geçiyoruz. Aman Allah’ım, dışarısı satıcı kaynıyor. Kapıdan tek başınıza çıkıp otobüse geçmeniz neredeyse imkânsız. Otobüs her ne kadar kapının önünde beklese de,😁”van dolar,1 00 rupi” diyen diyene. Ellerindeki ürünleri resmen gözümüze sokuyorlar. Yol boyunca Varanasi sokak manzaraları. Yollarda turuncu giysili insanlar görüyoruz. Rehberimiz bize “Sadhu” ismi verilen din adamlarını anlatıyor. Sadhu’lar öldüklerinde yakılmıyorlarmış. Nedeni, dünyevi zevklerden arınmış din adamları ve rahiplerin yakılmama sebebi artık reenkarnasyonun bitip Nirvana’ya ulaşacaklarını düşünüyor olmalarıymış. Seda Hanım, sokaklarda gördüğümüz Sadhu’ların gerçek olmadığını, çünkü gerçek olanların çok nadir dışarı çıktıklarından bahsetti. Genelde fotoğraflara poz verenler para karşılığı bu işi yapan dolandırıcılarmış.😳Gerçek bir Sadhu asla para kabul etmezmiş ve onlara sadece yemek verebilirmişiz. Bütün günlerini dünyevi zevklerden uzak, dua ederek geçirirlermiş. Kısa bir yolculuktan sonra “Mother Temple Yapınağına” geliyoruz. Rehberimiz önceden tembihlemesi üzerine çantalarımızdan galoşları çıkarıp giyiyoruz. Ayakkabıyla girmek yasak. Burası aslında bir tapınakmış, ama etrafta tanrı heykelleri yok; orta yerde sadece 3 boyutlu mermerden yapılmış Hindistan kıtasını görüyoruz. Üst katı var, fakat çıkmak yasak olduğu için sadece aşağıyı gezmekle yetiniyoruz. Haritanın üstünde önemli yerleri görmeniz mümkünse de biraz zorlanıyoruz.

 

Rehberimiz anlatıyor; Hindistan haritasının mermer bir platform üzerine işlenmiş halini barındıran bu müzeye tapınak denmesinin sebebi oldukça ilginçmiş. Bir Hintli için 4 tane anne vardır: Ganga anne (Ganj nehri) – Kutsal inek anne – kendi annesi ve nihayet Bharat Mata  anne ( Hindistan). Yani Hintliler, Hindistan’ı “Tabiat Ana” kabul ederler. Bu yer de 1918’de zengin bir aile olan Birla ailesi tarafından yaptırılmış. Burada işimiz bittikten sonra Seda Hanım’ın yine bir sürpriziyle karşılaşıyoruz. Bizleri “bulunmaz Hint kumaşını bulmaya” götüreceğini söylüyor. Hindistan turlarının vazgeçilmezi ipek dokuma ve satış mağazasına gidiyoruz. Öncesinde dokuma kısmını öğrenmek ve görmek için tezgaha gidiyoruz. Karşılaştığımız manzara akıl işi değil. İlkel bir tezgahla karşılaşıyoruz. Mantığımızın alacağı türden değil. Bu kumaşı Hindistan’da yapan sadece 10 aile varmış. Matematiksel mantığı yok gibi görünüşte. Fotoğrafları görünce bana hak vereceksiniz. Tezgah iki bölümden oluşuyor. Önü ve arkası. Arkada oturan yaşlı adam (sanırım çalışanların babası) yüzlerce ip yumağını yönetiyor. Önde oturan genç, muhtemelen oğlu. Hangi ilmeği atacaksa tezgahın arkasındaki yüzlerce ip ardından mekiği geçiriyor. Her ilmekte hangi ipten mekik geçirileceğini bilmek nasıl bir zekâya sahip olmak diye şaşırıp kalıyoruz. Rehberimiz yine tam zamanında bilgi veriyor. Rivayete göre, bir zamanlar Hindistan’ın ürettiği kumaşlar dillere destanmış. Hintli ustaların ürettiği kumaşları herkes bilir ve tercih edermiş. Bu kumaşların özelliği hem kaliteli hem de ustalık gerektiriyor olmasıymış. İngilizler, Hindistan’ı işgal ettiklerinde Hintli ustaların kumaş üretimlerini engellemek için tüm ustaları toplayıp ellerini kesmişler.

Neden mi? Elbette kendileri üretmek için.

Hintli ustalar kumaş dokuyamayınca kumaşlar da artık bulunmaz olmuş.

Günümüzde ise bu, dilimizde bir deyim olarak yer etmiş ve bulunması güç ve paha biçilmez varlıkların anlatımında kullanılmaktadır. İlmek ilmek dokunuşunu birazcık izleyip mağaza kısmına geçiyoruz. İpek ve altından dokunmuş şahane ötesi kumaşlar karşısında hayretlere düşüyoruz. Fiyatları servet derecesinde pahalı. Alış verişler yapılıyor yine. Soğuk kolalar içiliyor (midemizde mikrop kalmasın diye).😁Bol bol fotoğraf çektiriyoruz. Çok daha güzel Sariler var burada. Kumaşlara bakarken oradaki görevli ısrarla “ size Sari saracağım” diye tutturuyor.😳Eee bende hiç sevmem, ne olacak şimdi? Karşı koyamıyor ve Sarileniyorum.😊Yine isteyen diğer arkadaşlara da sariler sarılıyor. Bitiminde otobüse binip havaalanına gidiyoruz. Yeni Delhi'ye uçuyoruz; yeni bir macera bizi bekliyor.😊NAMASTEEEE

 

YENİ DELHİ, JAMA CAMİİ

Bir buçuk saatlik uçuş sonrası Delhi’ye varıyoruz ve ikinci  şoku yine yaşıyoruz. İndira Gandhi Havaalanı! Bu kadar büyük, temiz ve modern olması bizi şaşırtıyor. Dışarı çıkınca gördüğümüz pislik, bize havaalanını anında unutturuyor. Hindistan’ın başkenti olan Yeni Delhi, Güney Asya’da bulunan kozmopolit bir şehir. Valizlerimizin de içinde olduğu otobüsümüz çıkışta Seda Hanım’ın asistanı Mani ile birlikte bizi bekliyor. Mani'yi özlemişiz. Mani'nin size bahsetmediğim bir yönü/özelliği  var. Dışardaki “change ofisleri” güvenilir olmadığı için dolar ve Eurolarımızı bize Mani çeviriyor. Onunla özlem gideriyoruz ve paralar change ediliyor. Rehberimiz otobüste bilgi veriyor: "Beyler cüzdanları eşlerinize veriniz” , çünkü alış verişe “Chandi Chowk 'a gidiyoruz". Burası Delhi'nin bit pazarı da diyebileceğimiz, eski ve yeni her şeyin bulunduğu, geleneksel el yapımı hediyelik ve süs eşyalarının da satıldığı bir pazar.  Rengarenk ve curcunalı bir yer. Pazarlık yapmak kesinlikle gerekli; artık ne alıyoruz, kaça alıyoruz ,yaptığımız pazarlık sonrası kandırıldık mı bilmiyoruz...🤔Ben yine Berrin ablayla takılıyorum, buluşma saati ve yerini söylüyor Seda Hanım.😊Zaman kısa ve Berrin ablayla koşturmaca ikinci el kumaşlar tarafına geçiyoruz. Aman Allah’ım! Az kullanılmış nasıl güzel kumaşlar var burada. Sıkı pazarlıklar sonrasında Berrin abla güzel kumaşlar alıyor. Ben de bir tane modern-yöresel karışımı şal alıyorum .Dükkânlara girip “tika” (alına takılan kolye) ve küpeler alıyoruz. Buluşma saatinde bizim grup elleri kolları dolu ne aldıklarını anlatıyorlar birbirine. Aman neler alınmış neler! Küpeler, bilezikler, kolyeler, çantalar, çarıklar daha neler neler...  Sonrasında “Jama (Cuma) Camii”sine gidiyoruz. Şehrin en işlek pazarlarından “Çavri Pazarı” Yolunun başlangıcında bulunuyor. Rehberimiz otobüste bilgilendirme yapıyor. Camiiye ayakkabıyla girmek yasak. Bu yüzden galoşlarımızı giyiyoruz. Aniden bastıran muson yağmurunda ıslanıyoruz .Ayakkabılarımızı girişte bir naylonun altına koyuyoruz ve çalınmasın diye Seda Hanım başında bekliyor. Camiinin bulunduğu bölgenin çok tehlikeli olduğunu söylüyor bize! Etrafta bir çok dükkan olmasına rağmen gezmemize izin vermiyor (hem tehlikeli, hem de çalıntı eşyalar satılıyor olduğun için). Caminin bahçesinde 25.000 Müslüman aynı anda saf tutabiliyormuş. Camiide geyik derisine yazılmış antik değeri olan bir Kur’an-ı Kerim ve birkaç kutsal emanet bulunmaktaymış. Caminin bulunduğu nokta aynı zamanda Müslümanların yaşadığı bölge ve Hindistan'ın  geneli gibi çok pis. Özellikle mescide gelenlerin abdest almak için geniş bir (müşterek) havuzu kullanmalarına inanamıyorsunuz! Abdest alınan yerin avluda herkesin ortak kullandığı bir havuz olduğunu görünce bir şok daha yaşıyorsunuz. Üstelik yanınızda abdest alan birisinin burnunu havuza sümkürdüğü ve ayaklarını burada yıkadığını görünce hiç inanamıyorsunuz.😞Seda Hanım anlattığında bu denli olabileceğini düşünememiştim! Abdest alınan yeri görünce şok olacaksınız demişti. Aynen de öyle oldu! İçerde fotoğraf çekmek yasak. Girerken sıkı bir kontrol var. Ama 300 rupi karşılığında fotoğraf çekmeye izin veriyorlar (işi her yerde ticarete dökmüşler). Cami ziyareti sonrasında Paris’teki “Zafer Tagı” benzeri bir yapı olan “India Gateée” gidiyoruz. Burası Sir Edwin Lutyens tarafından dizayn edilmiş ve 1931 senesinde inşâ edilmiş. Bu zafer tagının yüksekliği 42 metre. İlk yapıldığında resmi adı “Savaş Anıtı” olarak geçiyormuş. Bu anıt üzerinde 1. Dünya savaşında hayatını kaybeden 90.000 Hint askerinin isimleri yazılı. 1971 senesinde anıtın altında savaşta hayatını kaybeden askerleri onurlandırmak için “Amar Jawan Jyoti” adını verdikleri sönmeyen ateşi yakmışlar. O gün bugündür bu ateş yanıyor. Otobüsten inmeden panoramik tur yapıyoruz. Devamında Başkanlık Sarayı olan The Rashtrapati Bhawan’a da gidiyoruz. Geçerken otobüsümüz yavaşlıyor ve dışarıdan fotoğraf çekiyoruz. İngilizlere has bir yapıda olan Başkanlık Sarayı, mimar Edwin Landseer Lutyens tarafından tasarlanmış. Etraftaki parlamento binası ve bakanlıkları geziyoruz. Daha sonra Raj Gat'a gidiyoruz. Hindistan tarihinde çok önemli bir yeri olan Gandi'nin yakıldığı yer. Burası oldukça büyük, yeşil, temiz ve bakımlı bir park. Hindistan’da gördüğümüz en sakin yerlerden biri. Büyük bir park ve her yer yemyeşil. Burası 1948 yılında öldürülen Mahatma Gandhi’nin temsili mezarının bulunduğu yerdir. Külleri burada yakılmış ve Ganj Nehri'ne dökülmüştür. Yakıldığı yeri siyah mozaiklerle bezemişler ve devamlı yanan bir ateş bulunduruyorlar.

Mahatma Gandhi, Hindistan’ın büyük milli lideridir. Mahatma, “Mübarek” lakabı ile tanınmaktadır. Ahmedâbâd şehrine yerleşerek Hint halkına kendi kendini yönetme fikrini aşılamıştır. Ölümüne kadar Hindistan’ın tartışmasız millî lideri sıfatını korumuştur. Biraz huzur bulup dönüşe geçiyoruz. Otele varış ve akşam yemeği...Yemek sonrası uzunca oturulup sohbetler ediliyor; “black tealer” eşliğinde (bazı kelimeleri okunduğu gibi yazıyorum, Hintlilerin söylemine göre). Sohbet sonrası dinlenme saati. Odalara çekiliyoruz. Yarın Delhi'de son günümüz ve  bir Hintli aileye misafir olacağız, heyecanlıyız.NAMASTEE...

 

HİNDİSTANDA SON GÜN

Sabah kahvaltıyı biraz geç alıyoruz. Bugün Delhi'deki son günümüz. Rehberimiz akşam yaptığı uyarılar ve bilgilendirmeler neticesinde sabah saat 8:00’e kadar valizleri kapı önüne çıkartmış oluyoruz. 9:00 da lobide buluşup valizleri kontrolümüz dahilinde otobüse yükletiyoruz. Rehberimizin yine bize bir sürprizi var. Hintli bir aileye misafirliğe gidiyoruz. Otobüs bizi belli bir noktada indiriyor ve  gideceğiz yere kadar grupça yürüyoruz. Burası şehir dışında orta halli ailelerin yaşadığı bir mahalle. Hindistan'da pek göremeğimiz türden, bahçeli güzel evler var. Rehberimiz ailenin kim olduğu hakkında pek bilgi vermiyor (ısrarla sormamıza rağmen). Gittiğimizde göreceğimizi söylüyor. Etrafı izleyerek güzel evler arasında yürüyoruz. Ve nihayet eve ulaşıyoruz. Evin kapısından evin varlıklı bir aileye ait olduğu belli oluyor. Kapıda havlayan devasa bir köpek bizi karşılıyor. Mani (rehberimizin asistanı) köpeği sakinleştiriyor ve iki kat yukarı çıkıyoruz. Ev gayet güzel ve modern. Kapıyı açtığımızda güleç yüzlü, sıcacık insanlar bizi karşılıyor. Rehberimiz hepsine tek tek sarılıyor. (Tabii ki defalarca geldiği için öncesinde tanışıyorlar.) Ev sahipleri geniş bir aile. Anne, baba, babaanne, oğul ve gelin birlikte yaşıyorlar. Bir de  de yardımcılar var (bir erkek, bir kız) Seda Hanım’ın deyimine göre erkek evlat evlenince aileyle birlikte otururmuş. 😊

 

Hinduizm 'de normalde, geleneksel aile yapısında, aile reisi babadır. Hindu ailede para işleri, evlilik gibi tüm önemli konularda baba karar verir. Geleneksel Hint aile yapısında, anne – erkek çocuk bağı çok sıkıdır. Çoğu zaman, erkek çocuk evlendiğinde, evde kalacak yer olduğu takdirde eşi ile ebeveynlerinin evinde yaşar. Kız çocuklarında ise durum farklıdır ve onlar evlendikleri erkekle yaşamak üzere evden ayrılır. Bu durum genç eş için kolay değildir; çünkü evlenip gittiği ailede çocuğu olana kadar, çok az hakka sahiptir. Özellikle de erkek çocuğu olduğu zaman, ailedeki konumu düzelir. Büyük kadınlar adıyla anılan kaynanaların çok ciddi konumları ve belli otoriteleri vardır. Evlenmemiş kadınların Hindu geleneklerinde sosyal yeri yoktur. Bekâr kadınlar, Hindistan’da genelde tek başlarına kalmazlar, ebeveynlerinin evinde yaşarlar. İçeri girdiğimizde Seda Hanım aileyi tanıtıyor bize. Ortada bizim için hazırlanmış bir yemek masası var. Masana cipsler, bisküviler, yöresel tatlı ve hamur kızartması gibi yiyecekler var. İçecek olarak da yine bol kola ve rom var. Daha önce olduğu gibi rom içmeye doyamıyoruz. Yardımcılar servis yapmak için her dakika hareket halindeler.  Evin hanımı ve babaanne bir kenarda oturuyor ve bizde yanlarına gidip onlarla fotoğraf çektiriyoruz. Ev sahibi kına yaptırmamız için birini getirmiş ve tek tek kınalanıyoruz (boş bulduğumuz her yerimize kınalar sürüyoruz). Unutmadan bahsedeyim; misafir olduğumuz aile, oradaki hizmetleri ayarlayan acente sahibi kişiler. Çok memnun kalıyoruz ama zaman azalıyor. Vedalaşma ve “namastelerden” sonra otobüse binip havaalanına gidiyoruz. Bu yokluk ve sefalet ülkesi, hiç bitmesini istemediğiniz sonu gelmeyen bir yolculuğa dönüşüyor ve dönmek istemiyorsunuz. Kanınıza virüs gibi giriyor ve  fakat yine de gitmek istiyorsunuz. (Tıpkı benim kanımdaki virüs gibi.) Ruhunuzda, bedeninizde hissediyorsunuz. Ya çok bağlanıyor (benim gibi) vazgeçemiyor ya da da hiç sevemiyorsunuz. İçim buruk, sekiz günlük alışma sonunda ayrılık vakti zor geliyor.😞

Herkesin kendinden bir parça bulabildiği ülkeden ayrılma zamanı... Rehberimizn de dediği gibi, vedaları sevmiyorum. Hindistan'a veda edemiyorum. Hayatımı ve dünyaya bakış açımı değiştiren ülkeden ayrılıyoruz. Yolda rehberimizin  yine bilgilendirmesi var, havaalanı prosedürleri hakkında. Dersimizi iyi anlayıp Nepal Katmandu'ya uçuyoruz. İndiğimizde vize işlemleri var. 25 dolar ödeyip, işlemleri yapıyoruz. İşlerini ilk tamamlayan ben ve arkadaşım İrem oluyoruz. Valizleri alıp otobüslere biniyor ve yepyeni bir maceraya yelken açıyoruz. Bugünlük bu kadar, takipte kalınız lütfen... 😊NAMASTEEE.

 

HİNDİSTAN’DA ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEYLER VAR!

Milyonlarca insanın sokakta doğup, sokakta büyüdüğü ve sokakta öldüğü büyülü bir ülke Hindistan! Hiç bilmediğimiz, ama bilmemiz için de bize kapılarını sonuna kadar açan bu ülkeden öğrendiğim çok şey var. Hindistan’da, bir yandan üzülüp kederlenirken, bir yandan da şaşkınlıktan kendinizi alamazsınız. Tüm tezatlıklarıyla içine çeker sizi. Karmaşa ve sâdeliği, yoksulluk ve zenginliği, kalabalık ve sükûneti, kaos ve huzuru bir arada bulursunuz. Sefaletin içinde olmalarına rağmen gözleri ışıl ışıl parlayan insanları görürsünüz. Tüm olumsuzluklara karşı, inadına hayata gülümseyebilen insanları görürsünüz. Paradan daha önemli olan,  gülebilmeyi öğrenirsiniz. En önemlisi de anlamayı ve saygı duymayı  öğrenirsiniz. Bazen kendinizden utanır; bugüne kadar “beğenmedikleriniz” için kendinize kızarsınız. Ölümü görür, ölmekten korkarsınız. Hayatla yüzleşerek, ne olursa olsun hayatın yaşamaya değer olduğunu farkedersiniz. Her şeyden öte, hiç bilmediğiniz ya da daha önce bildiğinizi sandığınız şeylerin özünde farkında olmadığınızı görüp, onların varlığını ve hayatınızda işgal ettikleri yeri sorgulamaya başlarsınız. Bende olduğu gibi bütün bunlar kanınıza bir virüs gibi girer. Bu serüven hiç bitmesin istersiniz ve oradan döndüğünüzde bile bu hâl sizde bağımlılık yapar. İlk fırsatta geri gitmek istersiniz. Seda Hanım’ın da söylediği gibi, “Hindistan'a çağırılmadan gidemezsiniz”. Ben çağrıldığımın farkındayım ve tekrar gitmeyi istiyorum. Kim bilir, belki bana da bir yol açılır ve yüzyıllar önce kâhinler tarafından kurulan ‘Palmiye Yaprağı Kütüphanesini’ bulmaya ve kaderimi öğrenmeye giderim... (Hindistan’da yer alan bu kütüphanede, binlerce yıl önce kurutulmuş palmiye yapraklarına kâhinler tarafından  ‘TAMİL’ dilinde yazılmış, kehânetler bulunmaktaymış. Bu el yazmalarında, oraya gelecek olan insanların asırlar öncesinden bilinerek kayda geçirildiği kabul edilmekteymiş. Bu yapraklarda yazılanları önemli ve gizemli kılan şey, asırlar sonra dahi oraya gidecek olanların hayat akışlarına ve geleceklerine yönelik bilgiler barındırmasıymış.) Geleceğimi, kaderimi bilmek, bende nasıl bir etki yaratacak bilmiyorum ama, bir an önce 125 ülkeyi gezmiş olarak tekrar o diyarlara gitmek istiyorum. Umudum o ki gizemli yol açılır, kütüphaneyi bulurum ve umarım bulduğumda yine sizlere yazıyor ve sizlerle paylaşıyor olurum.

Yorumlar
Popüler Bloglar